Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi



Hayat fark edemediğimiz bir mucizedir…

Bazı şeyleri tersten söylemek ifadeyi değiştirmeyeceği gibi, anlama farklı bir açıdan bakabilmemizi, önemsiz gördüğümüz şeyleri fark edebilmemizi sağlar. “Hayat güzeldir” veya “güzel olan hayatın ta kendisidir” gibi. Örneğin; yaşlı doğup, genç ölseydik neler değişirdi? Bu durum hayat manzumesine bakışımızı değiştirir miydi? “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” işte tam bu sorunun cevabını iç içe geçmiş tezat bir hikayeyle seyirciden isteyen “tuhaf” bir film.

F. Scott Fitzgerald’ın kısa hikayesinden uyarlanan ve yaklaşık 15 yıllık bir gelişim sürecinin ardından günümüz görsel imkanlarıyla beyaz perdeye aktarılan film 13 dalda Oscar’a aday gösterildi. Steven Spielberg ve Ron Howard gibi ünlü yönetmenlerle adı geçen filmin yönetmen koltuğuna David Fincher’ın oturacağı ise ancak 2005 yazında kesinleşebildi. Başrolleri ise filmde oyunculuk yarışına giren iki isim, Brad Pitt ve Cate Blanchett paylaşıyorlar.

Birinci Dünya Savaş’ında oğlunu kaybeden kör bir saatçi, tren istasyonu için geriye doğru işleyen bir saat tasarlar. Böylece savaşta kaybedilenlerin geriye dönmesi adına sembolik bir anıt inşa etmiş olacaktır. Fakat bu durum bir mucizeye sebep olur ve savaşın bittiği gün doğan bir bebek 80 yaşındaki bir ihtiyarın vücuduyla doğar. Doğum esnasında annesi ölen bebeğin görüntüsünü babası da kabullenemez ve bebeği bir düşkünler evinin kapısına bırakarak kaçar.

Benjamin’in (Brad Pitt) yaşlı görüntüsü düşkünler evinde göze batmaz ve burası onun için yavaş işleyen gençleşme sürecinde hayatı tanıyacağı bir yuva haline gelir. Kendi yaşlarında bir kız çocuğu olan Daisy ile tanışan Benjamin’in yaşlı görüntüsü arkadaşlıklarına engel olsa da geçen yıllar ilişkiyi farklı bir biçimde geliştirir. Mutluluğu ancak aynı biyolojik yaşa ulaştıklarında yakalayan ikilinin ilişkisi bundan sonra da farklılaşmaya başlar. Çünkü Daisy giderek yaşlanmakta, Benjamin ise giderek gençleşmektedir.

Hayatın durdurulamayan akışının aynı hikayedeki tezatlıklarla anlatıldığı film, görsel ve sinematografik açıdan da farklı lezzetler sunuyor. Brad Pitt’in gençleşme, Cate Blanchett’ın ise yaşlanma evrelerinin çok başarılı ve hatasız bir biçimde sunulduğu bu modern masalda dikkati çeken önemli bir nokta da renk tonlarındaki değişimin tarih evrelerine uygun olarak kullanılması. En temelden (siyah-beyaz) başlayarak gündelik görüntü tarzına kadar uzanan geniş bir sinematografik ton yelpazesini aynı film içinde görebilmek mümkün. Neredeyse el kamerasıyla çekildiğini düşündüğümüz gerçek dünyadan, pastel renklerin hakim olduğu tarih sayfaları arasına renkli bir yolculuğa çıkıyoruz film boyunca.

Hikayenin Daisy tarafından Benjamin’in dış sesi eşliğinde anlatılmasına filmin klasik tarzını da eklediğimizde Oscar şampiyonu “Titanic”e (1997) olan benzerlik gözlerden kaçmıyor. “İmkansız aşk” konsepti de iki filmi birbirine yaklaştıran faktörlerden. Tek fark ise günümüz modern sinema anlayışının olmazsa olmazı “orijinalite”lerden kopamayan ve en iyi orijinal senaryo Oscar’ını kazanan “Eternal Sunshine of the Spotless Mind”ın (2004) modern çizgisini izleyen bir yapım olması. İki filmin de Oscar aldığını düşünürsek Benjamin’in modern hikayesinin de prim yapacağına kesin gözüyle bakabiliriz.

İnsan yaşamının tamamında yalnızdır. Her ne kadar bize eşlik edenler olsa da hayat çizgimizi kendimiz çizer ve sonu belli olan bu çizgide yalnız yürürüz. Önemli olan yaşamımızı hangi idealler çerçevesinde şekillendirdiğimiz ve onu ne için tükettiğimizdir. Filmin verdiği ana fikir basit olmakla birlikte hikayesinin ve betimleme şeklinin alışık olmadığımız türden olduğu kesin. Benjamin’in ilk bakışta bir mucize olarak gözüken hikayesinin, aslında “hayat mucizesi”nin aynadan yansıyan aksi olduğunu fark edebilmek belki de önemli olan…

Soner Savaş


Bu yazı ile ilgili düşüncelerinizi Soner Savaş ile paylaşmak ister misiniz?
(Mesajınıza cevap verilmesini isterseniz lütfen isim ve e-mail adresinizi belirtin)

0 yorum:

Yorum Gönder